İstanbul bana kalmış

İstanbul’un en sevdiğim hali…

Bayram ve Ağustos sıcakları bir araya gelince, tatil aşkı ile sakinleri İstanbul’u boşalttı… Sakinleri derken mukimleri demek istiyorum, yoksa İstanbulluların haşa sakin olmadığını biliyorum…

İstanbullular sahillerde, memleketlerinde ya da yaylalarında iken ben İstanbul’un bu en sakin hali ile aşk tazeliyorum…

Her daim tıkalı, kilit otobanlar boşalınca araba kullanmak, keyf haline geliyor… Gerçi İstanbul, aşıkları tarafından sürekli tacizde, hiç tenha kalmayan bir güzel gibi olsada yine de el ayak çekilince bir parça olsun, tüm güzellikleri çok daha belirginleşiyor…

Ben şimdi, elimde bazen bir mesnevi, bazende Hilmi Yavuz’un Eski Yaz Defterleri, ya da ‘Yaz Şiirleri’ni alıp, bazen Yıldız Parkın yokuşlarında, bazen de Emirgan korusunda, bülbül ötüşlü kuşların sesleri ile kısa yürüyüşler yaparım…

Eski aşklar, eski şiirler ve hatıralarla İstanbul’un eski semtlerine doğru gezintilere çıkarım. Bir başka güzel olur Ağustos ta, İstanbul… Kariye de çınaraltında bir çay içer, Yavuzselim’den halici temaşa ederim…

Bu şehri şahanenin coğrafyasına meftun olsada insan, yine de tarihi daha ağır basıyor. İstanbul da yaşayıp da, İstanbul’u ıskalayanların inadına illa da tarihi mekanların havasını solumalıyım…

Zamanın kralı, İstanbul’u arzın merkezi belleyip, sırf Allah’ın varlığına birliğine delil olsun için Roma’ya karşı diktirdiği Çemberli taşı, mutlaka ziyaret eder, resterasyonu sırasında, bir fırsatını bulup iskeleye tırmandığımı hatırlar, Çemberlitaşın tepesinden, kralın ruhuna çaktığım selamı bu kez aşşağıdan yinelerim… Laf aramızda muhteşem bir tecrübeydi… Taşın etrafındaki mukavemetsiz iskele, tırmandıkça rüzgarın etkisiyle sallanırken korkudan küçük çaplı kalp krizleri geçirme bahasına bir daha bu fırsat el geçmez diyerek, ki netekim geçmez, en tepesinden İstanbul’ u seyr etmek bir başka olmuştu…

İstanbul’la fena bulup ben mi İstanbul’um İstanbul mu ben, zamanlar yaşadım, bu şehir de kimi zaman ben…

Kimi zaman “biz sarayda da çadırda aynı eda ile yaşamasını biliriz” desemde mekanda ortamda aslında benim için çok önemlidir. İstanbul ile halleşme zamanlarımda, mana, hikmet dolu anlar için özellikle en artistik mekanlarını seçer özellikle oradaki ruhaniyeti teneffüs etmek için, aslı-hu nesli-hu diyerek bir soluk almaya Topkapı sarayına gider, birun da ayrı, enderunda ayrı bir ruhaniyet var diyerek, iftariye kameriyesinde, ayrı bir hülyalara dalmalıyımdır…

O hülyalar içinde iken, Mesnevi Şerif de ki, o beyir dökülür dilimden…

Vaktaki gül gitti, gülistan geçti, ondan sonra bülbülden sergüzeşt dinleyemezsin…”

O bir demdi gelip geçti, tüm geçip gidenler gibi… Ama yok ben hala “Sen nazla gezerken güzelim güller içinde, ben şiir okusam hüsnüne bülbüller içinde…” modunda, kalırım bir zaman orada… Öyle ki bir kaç defa üst üste her aramada nerdesin sorusuna , Topkapı Sarayı’nda, cevabı alınca arkadaşlarımın, bu önceki hayatında saraydaki sultanlardan biri olduğu için, çıkamıyor oralardan diye, yaptıkları espriler bile, varsın yalan olsun kabilinden, mutlu eder beni…

PaylaşShare on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedIn

Sevebilirsin...