ENDERUNDA AŞK

 Her türlü kışkırtılmalarına karşılık bulamadığın dzamanlarında, kendi öz mülkünde cevelan eder gibi ille de hiç üşenmeden gider Topkapı Sarayının bahçesinde yürüyüşlere çıkardın.

Bazen o kadar sık giderdin ki, bir defasında seni her arayışında cep telefonundan sarayın bahçesinde olduğunu öğrenen yakın bir dostun, kızına latife ederek: “Kızım, annen önceki hayatında, sarayda sultan olduğu için, bizimle sulh edemiyor, böyle gizemli bir çekimle soluğu sarayda alıyor…” dediğin de, her ne kadar gülsen de, bu espri, senin bile hoşuna gitmişti…

Sözün, sohbetin muhatabı olmadığında, mahzunlaşmadan İsa Aleyhissselam la teselli olurdun… Koskoca, Ulul,-azim peygamber, derdin.. Ruhullah!… ama hiç ümmeti olmamış… 12 havarisi var bildiğimiz, o kadar…

Sonra da madem ki: “Bazınız, bazınıza düşmanlar olarak, inin yeryüzüne…” buyrulmuş… Daha ne dostluk, vefa, şefkat ve hakikat bekler dururuz bilmem ki, derdin… Zaten koskoca İmam Şafii de insanların manasızlığından ve cimriliğinden dert yanıp da, bir şiirinde: “Kanaat kınından bir kılıç çektim, keskin tarafıyla onlardan ümitlerimi kestim…” dememiş miydi…

Bu alayı aslını inkâr eden haramzadelerin, soyu sopu kesik inkârcıların inadına aslı-hu nesli-hu diyerek, bir soluk almaya gidelim hadi gel, dediğinde, sevinerek sana eşlik ederdim kimi zaman ben de… Ravzayı Mutahharayı ziyaret etmişim gibi haz alıyorum der, defalarca kutsal emanetleri izlerdik… Aşağıda Konyalı ya iner boğaza karşı, hünkârbeğendi yer, çay içerdik…

Her ne kadar biz sarayda da, çadırda da aynı edayla yaşamayı biliriz desende, mekân ortam senin için çok önemliydi… Mana, hikmet dolu anlar için özellikle en artistik mekânı seçerdin. Birun da ayrı, enderunda ayrı bir ruhaniyet var der, iftariye kameriyesine gelince bir başka hülyalara dalardı gözlerin…

Kelimenin tam anlamıyla her mevsimde ayrı güzel, ulu çınarlarının kınalı yapraklarının dantel bir örtü gibi yerlere serildiği, ilk ve son bahar sabahlarında, yazlarında ve karlar altında, kışlarında ayrı güzel olan bu bahçelerde böyle uzun uzun vakit geçirmene bir anlam veremeyip:
“Kızım, İstanbul Topkapı sarayından ibaret değil, çok yürüyüş merakın varsa, gel Bebek sahilinde yürüyelim..” dediklerinde, bazı arkadaşların, Sen çok çok Gülhane ye çıkar orada yürürdün, değişiklik olsun diye, arada bir… Daha fazla Saraydan uzaklaşmak, aklına bile gelmez, başka mekân özlemez, aramazdın…

Bu şehr-i şahanenin coğrafyasına bayılsam da beni en çok, tarihi etkiliyor, der İstanbul da yaşayıp da, İstanbul u ıskalayan sakinlerinin inadına sen illa da tarihi köşelerinin havasını solurdun…

Arzın merkezi, İstanbul un orta yeri belleyip, zamanın kralı, sırf Allah ın varlığına birliğine delil olsun için Roma ya karşı diktirdiği Çemberli taşı restore eden firma, 50 metre yüksekliğinde ki taşın etrafına iskele kurunca, fırsat bilip, taşın tepesine kadar çıkıp, kralın ruhuna bir selam verip, al gözüm seyreyle İstanbul’u, hallerini anlatmıştın bir heves, taşın tepesinde çektirdiğin fotoğrafları göstererek. Bilmezdim, sen mi İstanbul’sun, İstanbul mu sen?…

Sen ki, “Allah sizi halden hale koyar” buyruğunda olduğu gibi halden hale, envay çeşit ruh hallerini etüt eder bir halde, Kul Nesimi in ifade ettiği gibi, kâh çıkarsın gökyüzüne seyir edersin alemi, kâh inersin yeryüzüne seyir eder alem seni… Bazen suskun, bazen de coşar taşar anlatırdın da, anlatırdın…

“Her fırsatta sarayın bahçesin de yürüyüşlere çıkmam, mezar taşlarıyla övünmek avunmak değil, belki yeniden memnun olmayıp, eskiye duyulan özlem, seçici algılama, özel bir duyarlılık bu iki gözüm!..
Fethin Sultanı, bu mekânla tarihe bir not düşmüş, geçip giden bir masalın ardında kalan bir gerçek, bu mekân… Mekânını görüp ziyaret etmeden ecdadın ruhaniyetine ulaşamazsın, adamlar buradan dünyaya hükmedip, buradan bir tarih yazmışlar…
Biz bu geçmişimizle güzeliz, bu geçmişle anlamlıyız… Hayatı ıskalama lüksümüz yok demişti ya şair, bence geçmişimizi es geçme, onsuz kalma lüksümüz de olmamalı…
Hem burada yürürken, her şeyin bir sonu olduğunu, dünyanın ölümlü olduğunu biliyor insan…”

Hani İstanbul için, toprağın altıda, üstüde dolu derler, ya… Her biri bir gizli hazine, defineler gibi, toprağın altında yatanlar var, ama asıl zengin olan toprak… Cins madenlerini, gizli hazineler gibi kıymetlerini, vakti gelince, yeryüzüne gönderiyor, onun diliyle hakikati anlatıyor, sonra yeniden basıyor bağrına, bir devrandır dönüp gidiyor… Toprağın altında da üstünde de altınlar elmaslar var, çakıl taşı gibi beş para etmeyenleri de… İnsanlar da tıpkı topraklar gibi, aslından, toprağından cevher olanlar var…”

Söylediğin her söz, ağzından çıkan her cümle, sendeki mananın füzyonlarını taşıyan bir mühür gibi kalbe sirayet ederdi. Nitekim, Mevlana Celaleddin Rumi nin meşhur: “Hamdım, piştim, yandım” sözünü, sen: “Hamsın, ne zaman pişeceksin, nerde kaldı ki, yanasın?…” diye değiştirmiştin, bize de “Eyvallah Mirim!…” demek kalmıştı..

PaylaşShare on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedIn

Sevebilirsin...