MAHBUB’UL AŞIKİN

Bu yazı Mahbub’ul Aşıkîn isimli kitabın yazılış hikâyesidir…

Her Cuma mutat devam eden tefsir derslerinden birinde, büyük ifşaatta bulunan, önemli bir sır veren dertlere deva, kalblere şifa o canım hadis-i şerif geçmişti:

“Her şeyden çok beni sevmedikçe, siz de iman kemâle ermemiştir.”

Demek iş, onu gerçekten sevebilmekte saklı… Yok, saklı değil, hem ayet-i kerime ile sabit, hem de o, işte ilan etmiş. Hani hep derslerimde zikrederim, insanın ham haline beşer diyoruz, iman ile şereflenince insan oluyor, imanın gereklerini yerine getirince de insan-ı kâmil. Sonra ‘rûsuh’ ehli var ve kendisine hikmet verilenler ve iyice aşkın bir seçilmişlik gerektiren nübüvvet…

İmanın taklitten tahkike yükselebilmesi kemâle erebilmesi için, işte burada apaçık bir ipucu verilmiş. Allah Resulünü sevmek… Çocuk iken ister istemez çok dinlediğimiz bir aranjman vardı: “Sev çünkü, sevmek en kolay…” Gerçekten de sevmek en kolay mıydı?… Bu galiba, hazır lüpçülüğe alışık, maymun iştihalı nefsimizin bize bir oyunu. Öyle seviyorum, demek ile olmuyordu bu iş. Aslın da vücudumuza ekmek su ne kadar lazım ise, ruhumuza da sevgi o kadar lazım diye beylik laflar savurmayı pek seviyoruz da, ekmek kazanmak için verdiğimiz emeği sevgiye vermek, her nedense hiç birimizin işine gelmiyordu. İlk gençlik yıllarım da, ‘Hicapsız Gözler’ diye örgüsü sevgi üzerine kurulu, Mahmut Sami Ramazanoğlu imzalı, bir roman okumuştum. Sonraları o kitabı çok aradım ama izini bulamadım. Adana’da Ramazanoğulları beyliğinin ileri gelenlerinden bir gencin, Toros Yaylalarında geçen aşk hikâyesini anlatıyordu. Sevgiyi tanımlarken sınıflandırıyordu, önce heves, hoşlanma, sonra sevgi, daha sonra da aşk gelir, diyordu. Aşkı da, aşkı cazip, aşkı kâzip ve kara sevda diye vasfediyordu. Zor zanaat anlayacağınız.

Belli ki, aşk son nefese kadar yaşanabilecek bir insani duygu. Her birimiz, az çok o girdaba kendimizce girip çıkmışızdır da, gerçek sevgiyi, sevilmeye layık olanı sevebilmek ayrı bir erdem.

Bir sohbetinde Şeyh Efendiyi hatırlıyorum, “Allah size sadece namazlarınızı oruçlarınızı sormaz” başında ki kocaman sarığı sallayarak “sevilmeye layık olanı sevdiniz mi? Diye sorar” demişti. O gün de beni bu soru çok etkilemiş düşündürmüştü ama illaki bu hadis şerif kadar değil…

Madem bu sevgide derinleştikçe, yol aldıkça var olmamız söz konusu önce derse gelen bizim kızların da katılımını sağlamak amacı ile bir yarışma başlatıyorum, dedim. Her kes kalbinde Peygamber sevgisini uyandıran, kendisini en çok etkileyen rivayetleri getirip anlatacaktı. Böylece derse bir hareket de gelmiş olacaktı… Sevginin gerçek olması, kalbimizde vücut bulması için elbette ki evvela çok tanımak bilmek gerekliydi. Her birimiz Peygamberi sevmeye namzet birer saf dil, gariplerdik ama işte o sevginin eksikliği üzerlerimizden tütüyordu. Aksi olsa kim bilir ne güzeller olacaktık…

Her hafta, o günün konusu olan ayet-i kerime nin ardından, bir arkadaşımız, Sultan-ül Resul’ün bir hatırasını, kalbine tesir eden bir rivayetini gündeme getiriyor, onun üzerine tefekkür edip söyleşiyorduk… Hoş Allah’ın Resulünün kalbe sirayet etmeyen, etkilemeyen hiçbir anısı hatırası yoktu ya… Bizim maksadımız kendi kalbimizi diri tutmaktı…
Ben yarışmaya Ebu Bekir ra ın o müthiş hatırası ile katıldım. Benim için, Peygamber sevgisini en güzel anlatan kıssa, ilk aklımıza gelen, şüphesiz Ebu Bekir r.a sıddıkıyet makamına çıkaran hadisedir. Peygamber Efendimiz, miraç-ı güzini idrak ettiklerinde, olay Mekke-i Mükerreme de dalga, dalga yayılırken, müşrikler çaresiz, bir ümit, Mekke-i Mükerreme’nin en entelektüel ve en aklıselim şahsiyeti olan Ebu Bekir r.a koştular: “Duydun mu senin ki neler demiş, göklere çıkmışta Allah la konuşmuş…” Ebu Bekir r.a, sevgiyi, sadakati ve teslimiyeti en güzel şekilde ortaya koyan ve tarihe geçen o muhteşem cevabı veriyor: “ O’mu dedi… O, dediyse gerçektir.” İşte sevgi… İşte bağlılık ve sadakat… Ancak bu kadar olurdu…

Adeta bir masal gibi defalarca okuyup, dinlediğimiz bu muhteşem tablo elbette ki böyle bir çalışmanın tacı olmalı, ilk girizgâh olarak Ebu Bekir r.a anmalıydık…

Havaların ısınması ile sezon sonu yaklaşmış bizim de dersin yaz tatiline girme zamanı gelmişti. Böylece Peygamber sevgisini anlama ve anlatma yarışması da yarım kalmıştı. Gerçi gurup arkadaşlarımızı kaynaklara ve kitaplara yönlendirmesi açısından iyi olduysa da beni çok da tatmin etmemişti ve bu konunun heyecanı içimde hiç dinmemişti. Bizim kızlar yazlıklarına çekilip, tatillerine giderken ben bir hevesle bu rivayetleri bir kitap halinde toplamaya karar verdim ve böylece hayatımın en güzel, en mutlu günleri başlamış oldu…

Artık gecem gündüzüme karışmış bir vaziyette, siyer-i nebeviyi, asr-ı saadeti yeniden farklı kaynaklardan okuyor ve notlar alıyordum. Evin salonu çalışma odası haline gelmiş, yemek masası ve koltukların üzeri cilt, cilt kitaplar la dolup taşıyor, bazen günlerce evden çıkma fırsatım olmuyordu. Bu süreç içinde Peygamber-i Zişan-ı sevebilme yüceliğine erişmiş gönülleri yeniden tanıyor, onların sevgisi ile kendi kalbimi besliyordum.

Allah’ın Habibi, yeryüzünde insanlık serüveninde en çok sevilen, özlenen, anılan, ism-i şerifleri en çok zikredilen olmuş… Çok âşıklar çok naatlar, birçok gazeller, şiirlerle bu sevgiyi dile getirmişler her biri tek, tek okunması, dinlemesi kalbe şifa, ruha cila kabilinden fakat illa bu eserler içinde bir eser var ki, o bir şah eser… Fuzuli ve Su Kasidesi… Okuduğunuzda size, aczinizi hissettiren pes ettiren bir eser… Sevenler peygamber-i Zişan ı nasıl sevmiş… Hani, Yunus Emre nin: “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” ilahisini çaresiz bir daha baştan söyleten bir durum…

Ehline malum sözümüz yok da, genelde hep biliriz bir Fuzuli var, bir de Su Kasidesi lâkin öyle erişilmez ulaşılmaz bir yerlerdedir ki mübarek, hep bi haber kalırız. Kaynaklarda 1480-1556 yıllarında Kerbela’da yaşadığını öğrendiğimiz Fuzuli, biraz da bulunduğu coğrafyanın da tesiriyle yazdığı naatla yüzyıllar ötesinden peygamber sevgisini gönüllerimize dolduruyor. Birçok âşıkları, sevenleri Habib-i Ekrem Aleyhisselatu ve Selam Efendimiz e muhabbetini dillendirirken hep gül ile remz etmiş. Güllerin Efendisi, demiş… Lakin Fuzuli, âlemlere rahmet olanı âleme hayat vereni, olmazsa olmazı olan su ile remz etmiş…

Allah-u Teala Kur-an’ Kerim de “hayatı olan her şeyi sudan yarattık” buyuruyor. Biz tasavvuf yollu biliyoruz ki, Allah kendi nurundan Peygamber Efendimizi, O’nun nurundan da âlemleri yaratmıştır. Yani suyun âleme hayat vermesi, hayatın idamesi için su ne demekse, müminin hayatı, var olabilmesi için Peygamberimizde, o demek…
Kitabıma yine Fuzuli den bir beyit ile girizgâh yapmayı uygun buldum.

Zikr-i natın virdini derman bilir ehl-i hata
Eyle kim def-i humar için içer meyhare su

“Hata ehli olanlar, hata içinde olanlar, senin naat’ını zikretmeyi, sana övgü dolu ilahiler-şiirler söylemeyi canlarına derman bilirler. Bu şuna benzer ki, humar içinde olan kimseler yani sarhoşlar, akşamdan kalmalar, sarhoşluklarını atmak için, çivi çiviyi söker diyerek yine içki içerler…”

Su kasidesi ve illa da bu beyit beni çok etkilemişti. Evet, insanlığımızın her eksiği noksanı için senin naatlarını anmayı ve anlatmayı dertlerimizin dermanı bilmeliydik. Bu çalışmayı bana nasip ettiği için Allah’a şükürler ediyordum.

Dosya biraz toparlanır gibi olur olmaz, kalbime bir doğuş, bir ilham ile kitabıma isim olarak ‘Mahbub’ul Aşıkîn’ ifadesi gelmişti. Kelimenin önce ritmine ahengine, sonra manasına kapıldım. Bu çok şiirsel ve duygusal ifadeyi her duyumsadıkça ve zikrettikçe sanki beni başka bir âleme götürüyordu. Zaten bu, Peygamber-i Zişan Efendimize çok yakışan bir sıfat… Âşıkların sevgilisi…

Çok kullanım da olmayan bu sıfatını kitaba isim olarak seçince, bir takım eleştiriler almadım değil tabi… Kimileri daha ilk baştan telaffuz bile edememişlerdi. Kimileride ne demek diye soruyordu. Bir öğretmen (!) hanım, daha ismini okuyup anlayamıyorum, kitabı nasıl anlayabilirim diyerek kestirip atmıştı. Ya Rabbi!.. Kendi değerlerimizden kendi kültürümüzden ne kadar uzaklaştık…

Nihayet âşıklarının dilinden, Risaletpenahilerini anlatan bir doküman yavaş, yavaş ortaya çıkmaya başladığı günlerden birinden bir arkadaşımla sohbet ederken, esma-i nebiyi hiç duymadığını bilmediğini fark ettik. Malum dört büyük isminin dışında isimleri ve sıfatlarını bilmiyordu. Madem Mahbub’u Hüda’yı daha yakından tanıtacak ve sevdirecek bir kitap hazırlıyordum, Esma-i Nebi’yi anmak ve açıklamalarına yer vermemek kaçınılmazdı.

HARİSUN ALEYKUM
Sallallahu Teala Aleyhi ve Sellem
Sure-i Tövbe:
“Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün, müminlere karşı, çok şefkatli ve merhametlidir.”

 SİZE HARİSTİR…. (Size düşkündür, üzerinize titrer…)

İster ki ümmetinin cümlesi, hidayet bulsunlar, irşad olup, İslam şerefi ile şerefyap olsunlar, iman nuru ile de nurlansınlar… Allah ın emirlerini yerine getirip, iyiliklere ermelerine pek düşkündür, rağbetlidir. Ümmetinin daima salah ve takva üzere olmalarını diler. Bu O’nun için kâmil bir sıfat, güzel bir huydur ve HARİSUN ALEYKUM olarak anılmıştır.
Allah u Teala O’na salât ve selam eylesin… (Mahbub’ul Aşıkîn- syf 137)

İşte en azından bu ism-i şerifini bilmeden anmadan, peygamber sevgisi kalbimizde nasıl mümkün olur? ‘ben yârime düşkünüm, yârimde bana düşkün’ muhabbetini yaşamadan bu dünyadan göçüp gitmek yazık olacaktı. Tarihe mal olmuş, ehl-i hatanın derman bildiği, o çok kıymetli naat-ı şerifleri yazan insanlar, başka türlü mü yaratılmıştı ki biz onlar kadar bu muhabbetin hakkını veremiyorduk. Sonra okudukça işi kendimce çözdüm, biz seküler, materyalist insanlar olmuştuk. Derdi, ıstırabı dünyevi rahatına endeksli konformist insanlar. Dünyevileştikçe, manadan maneviyattan hakikatten nasibimiz kesiliyordu.

Okunması kolay olsun, fazla kalın olmasın ikazlarından sonra, bu kadar doküman şimdilik yeter diyerek, bir yayınevi ile anlaşmaya gelmişti sıra. Bir hac arkadaşımın da vesilesi ile önce en tanınmış, en büyük yayınevine götürdüm dosyayı. Baş editörü, hanımefendi çok beğenip kabul etmişlerdi ki, kitabı yayınlamaktan vaz geçtikleri telefonu geldi. Öyle şaşırmıştım ki, neden diye sormadım bile… Bir başka yayınevi, “bu tasavvufi bir eser olmuş ama siz aynı zamanda içinde modern kelimelerde kullanmışsınız, olmaz” demişti. Hiç tanımadığım yayın piyasasını fazla karışık ve dağınık bulup en sonunda kendi kitabımı kendim yayınlamaya karar verdim. Böylece ‘Liva Yayınevi’ hayata geçmiş oldu. Geçmişti geçmesine de bir kitabın hangi aşamalardan geçip yayın hayatına katılmasının ne demek olduğunu bizatihi yaşamak benim için hiç de kolay olmamıştı. Tashihi, mizanpajı her aşaması ayrı bir serüvendi. Sonradan çok beğenilen kapak tasarımı, tıpkı ismi gibi kalbi bir ilhamla bana aitti ama grafik çalışmasını bir arkadaşım yapmıştı. Kitap baskıya girerken artık benimde heyecanım hat safhaya ulaşmıştı. Vaktimin tamamını bu işler alıyor, bilmediğim bir sektör olduğu için biraz yoruluyor lakin bu yorgunluk beni elbette ki çok mutlu ediyordu.

Dünya getirdiği bebeğini ilk kucağına alan annenin heyecanı gibi bir duygu ile kitabımı ilk elime aldığımda, duygularımın ifadesi çok da mümkün değildi… Gece gündüz yoğun okumaların ardından özel bir seçki, bir şemme-i Muhammedi hâsıl olmuştu.
Yaz bitip derslerimiz yeniden başladığında, gurup arkadaşlarıma Mahbub’ul Aşıkîn’i takdim etmek işin en zevkli kısmı olmuştu. Şimdi bu sezon bizim yarışma konumuz, bu kitap içinde ki rivayetlerin en çok hangisinin tesirinde kaldığımız ve peygamberimizi en çok hangi ismi şerifinin tasvir ettiği idi…

PaylaşShare on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedIn

Sevebilirsin...