EŞKÂLİ̇ HAYAT

Soğuk bir kış günü, havadaki ayazın bütün dışarı programlarını ister istemez iptal etmesi üzerine, Mercan ikindi namazına müteakip, zamanın sükûnetini fırsat bilip, üç gündür görmediği komşusunun kapısını çalmak üzere doğruldu. Zilin ding-dong sesinin ardından çok geçmeden kapı açıldı.

Sitare-i Rahşan, kapıyı açarken yüzünde yaşadığı çok özel bir anın ifadesi ile bir yandan buyur ederken, sanki başka bir âlemden bakıyor gibiydi. Mercan bu çok özel anı bozmuş olmanın verdiği rahatsızlıkla müsait değilsen başka zaman uğrarım, demeye hazırlanırken, içerde başka bir misafir mi var acaba, diye içinden geçirdi. Başını içeriye şöyle bir uzattı ama belli ki içerde derin bir sessizlik vardı. Sitare, mana yüklü bir abide gibi, Mercan acaba münasebetsiz bir zaman mı, kaygısı içinde bir süre bakıştılar. Derken her zamanki hakim edası ile Sitare, “Ehlen ve sehlen Mercan, hoş geldin…” dedi.

“Ooo, bu tam uçmuş” diye içinden geçirdi, Mercan. Bu ifade ile karşılanmaya çok da alışık değildi. Bu ‘hoş geldin’ Sitare’nin yüzündeki özel bir an yaşadığı ifadesini doğruluyordu. Mercan, biraz tedirgin, biraz mahcup bu özel an’a çarçabuk intibak ederek, bir derviş edası ile elini göğsüne götürüp hafif bir eğimle ‘hu’ çeker gibi “aşk olsun” dedi.
Sitare de, hemen elini göğsüne götürüp “aşkınız cemâl olsun” diye mukabelede bulundu. “cemâliniz nur olsun” deyince de, “nurunuz ayn olsun” diyerek, selamlaşmayı bitirdiler.

“Doğrusu kendimi tebrik ediyorum” diye söze başladı Mercan. “Nasılda hemen eski Mevlevi dervişlerinin selamlaşma repliğini hatırlayabildim de, belli ki havada buram, buram tüten manevi iklime çok da yabancı kalmayarak vaziyet edebildim.”
Sitare, yüzünde duru sular gibi bir ifade ile “Eyvallah!” diye cevap verdi.

“Mazur gör. Her ne kadar bir şeyleri bölüyormuşum gibi, tedirgin olsam da, zat-i bir tecelliye mazur kalmışsın, gibi bu vecd halini neye borçlusun, bize de bir nasip düşer mi diye, doğrusu merakımı yenemedim.”
“Estağfurullah!”
“Maşallah! Yine himmetler, bereketler içindesiniz.”
“Eyvallah!”
Sitare’nin ağzından laf almak için kerpetene ihtiyaç var gibiydi. Ruh hali eve de öyle aksetmiş ki hava da bir ağırlık vardı. Sanki salonda görünmez bir cemaat var, onlar kendi lisanları ile sohbetteler de Sitare kâh, onların sohbetine katılıyor, kâh Mercan’a cevap vermeye çalışıyor gibiydi. Koltukların üzerinde tek, tek göz gezdirdi Mercan, sanki dikkatle bakarsa orada birini görecekmiş gibi. Gördüğü ile yetinmeyip bir esrar perdesi arıyormuş gibi kaçamak bakışlarla salonu süzdüğü Sitare’nin gözünden kaçmamış, hafifçe gülümsemesine sebep olmuştu. Kaçamak bakışlarını, “Belki iade-i ziyarete gelmişlerdir, diye düşündüm.” Diyerek, savunmaya kalktı Mercan.
“Kimler, gelecek iade-i ziyarete?”
“Ne bilim, Hızır a.s makamı burası, yedilerin meclisi de burada toplanıyor, diyerek bir ara sık, sık Ayasofya ziyaretlerini hatırladım. Belki onlarda seni ziyarete gelmişlerdir, diye düşündüm, her nedense.”
“Yaa, kaç zamandır o ulu mabede de gitmiyoruz, ecdadın aziz hatırası, insan sanki orada tarihi teneffüs ediyor gibi, bu ayazlar biraz geçsin, yine gideriz. Hem bu bahar kiraz ağacının çiçek açmasını da kaçırmayalım.”

Sitare’nin bütün dostları, Sultan Ahmet meydanında ki parkın, Derviş çay bahçesine denk gelen köşesinde ki yaşlı kiraz ağacının her bahar çiçek açışını izlediğini bilirlerdi. Bazen Ayasofya’yı bazen, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde ki yürüyüşleri bahane ederek, bazen de ‘Der-saadet’ ziyaretleri diyerek her fırsatta Sultan Ahmet’e gidişleri meşhurdu.

Salona yine sessizlik hâkim olmuştu. Sitare az önceki ruh haline dönmüş, gözleri boşlukta, belirsiz bir noktaya takılı, tam bir sufi edası ile oturuyordu. Şeyhi de tek müridinin de kendisi olduğu bir dergaha çevirmişti evini. Haftada bir sohbetlerini dinlemeye gelen bir arkadaş gurubu varsa da onlar henüz muhiptiler. “bir tatlı huzur almaya” gelir gibi sohbeti dinler, kendi dünyalarına dönerlerdi. Mercan, kapı komşusu olmayı bir ayrıcalık olarak bilir, sohbet dinlemeye gelen hanımlara da bunu hissettirmek isterdi. İçten içe bu ayrıcalıkla mutlu olurdu.

Salonda ki her sehpanın üzerinde farklı kitapların gayri muntazam duruyor olması Sitare’nin ruh halinden bir ipucu verir gibiydi.

“Konfor… Bu kitapların varlığı büyük konfor. Düşünsene Muhyiddin Arabi nin varlığı, yazdığı kitapların elimin altında olması büyük konfor… Mevlana’nın kalbe sirayeti farklı, İbn Arabi’nin kalbe tesir etmesi farklı… Fakat ikisi de çok kıymetli… Ya olmasalar maazallah! Ama mademki Kur-an’ı Azimüşşan var, elbette ki onlarda olacaklardı. Daha birçokları… Akif gibi “Sessiz yaşadım kim beni nereden bilecektir.” Diyenin haddi hesabı yok tabi…”
“Ya, büyük nimet tabi.” Dedi Mercan. Zoraki çıkan bir ses tonuyla “Ariflerin varlığı büyük nimet.”

“Onlar aşk-ı ilahiyi ve ilm-i ilahiyi nübüvvet nurundan derleyip, buketler halinde bize sunanlar. Yoksa biz eşkâl-i hayatı nasıl terennüm edebilirdik de hayat-ı hakikiye geçebilirdik”

“İyi de Sitare, o buketleri fark edecek kaç kişi var, buketlerin rayihasını alacak burun kimde var, ilahi sen de… Ben seni dünyaya döndüreyim diye uğraşıyorum, sarf ettiğin cümleye bak, sen beni de kendi sularına çekiyorsun.”
Gülümsedi, Sitare…
“Gördün mü, o burun mesela sende var. Baksana bir cümleyle derin sulara çekildiğine göre…”
“Nerde, arkadaşım… Ben yakamı kaptırmışım bir kere bu dünyaya… Kalbimi kurtarsam, aklımı kurtaramam elinden. Gelip senin iki sohbetini dinlemesem, ne o bahsettiğin konfor, ne de derlenmiş buketler… Hadi kalk, bir kahve içeyim o mübarek elinden. Akşam, olacak az sonra. Dünyanın gerçekleri ile yüzleşmeden bir nefes alayım, diye sana geldim”
Sitare, kahve yapmak üzere dilinde “Akşam en iyi masaldır, iyi anlatılırsa…”diye bir mısra ile doğruldu. Çaresizlikle bir iç geçirdi, Mercan. “Sen yanlış zamanda, yanlış mekânda dünyaya gelmişsin, kızım. Bin zaman makinene kendi iklimine geri dön. Bize öyle akşam masalı anlatacak, kimse yok.”
“İlahi Mercan, akşam kendi masalını kendisi anlatıyor zaten, sen ona kulak vereceksin.”
“Senin için üzgünüm arkadaşım, belli ki özel bir an yaşıyorsun, ya da manevi bir hâl mi demeliydim, ama benimle yetinmek zorundasın. Neydi o ‘Eşkâl-i hayatı, havz-ı hayalin sularında’ seyreden şair.”
“Ahmet Haşim” dedi, Sitare ve gözlerinde belli belirsiz bir ışık yandı sanki.
“Hıh, işte öyle donanımlı biri, olmalıydı karşında şimdi. Artık hayatı mı seyir ederdiniz, öte dünyayı mı bilinmez. Rahmetli babam, ‘çok öyle derine dalma, bu âlemin âlemini seyir et’ yeter, derdi.”
“Bir özge temaşa” diyerek, iç geçirme sırası Sitare’ye gelmişti.
“Bir özge temaşa” diye tekrar etti, Mercan. “Bir özge temaşa.”
“Sen eskiden böyle bir özlü söz geçse sohbetlerimizde, ardından hemen bir hikâye yazardın, artık yazmıyorsun?”
“Artık, yazmaktan çok okumayı yeğliyorum.”
“Ben de her defasında bu sefer hikâyende beni de an, derdim. Çocuksu bir heves ile… E, fena mı olurdu yani, bizimde eşkâl-i hayatımıza not düşülmüş olurdu.”
“Not düşücüler, biliyorsun itina ile notları düşüyorlar zaten, iş bizim düştüğümüz notlara kalmıyor. Babanın deyimi ile âlemin âlemini mi seyir ediyorsun, ya da bir özge temaşada mısın, yoksa hakikat denizine dalıp inciler mi biriktiriyorsun, hepsi kayıtta.”
“Hayatımızın eşkâli, turnusol kâğıdı gibi bir yerlere yansıyor diyorsun da, biz bunu bilsek de bilemedik.”
“Eh, vakit tamam” diyerek kalkmaya hazırlandı Mercan. İkisinin de aklında, ha bir günün bitimi, ha bir ömrün bitimi vardı.
“Eşkâlimiz kim bilir ne oldu? Dedi.
“Allah’ı görenler Allah’i deryayı görenler balık oldu.” Diye Mesnev-i Şerif den bir beyitle cevap verdi, arkadaşı.
“Bir de alık olanlar var, onlardan hiç bahsetme.”

Bu arada sohbetle, Sitare’nin havası yavaş, yavaş değişmiş, dalgın gizemli hali normale dönmüş gibiydi. Mercan, Sitare’nin derin sularında çok ahenkli kulaç atamayıp, biraz çırpınsa da, Sitare’de tam muhatabını bulamasa da, zaman çarkını yine çevirmiş, hava kararmış ‘akşam en güzel masalını’ anlatmaya başlamıştı.

PaylaşShare on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedIn

Sevebilirsin...